***BİR FIKRA

Adamın biri miskin miskin bir ağacın altında otururken derinden bir ses duymuş; "Oturduğun yeri kazzz" Adam şaşırmış, bakmış sağına soluna kimsecikler yok. Başlamış kazmaya. Aaaa o da ne, bir küp altın! Almış altınları, panik içinde eve koşmuş. Geceleri uyuyamaz olmuş. Bir gece aynı ses "git altınları paraya çevirrrr!" Adam denileni yapmış. Gene uykusuz geceler... Gene bir gece ayni ses "Las Vegas'a bir uçak bileti allll!" Neyse adam Las Vegas'a gitmiş, lüks bir otele yerleşmiş, sesi beklemeye koyulmuş."Simdi in aşağıya, git rulet masasına bütün paranı 5'e yatırrr!" Adam denileni yapmış. Kazanmış. "Simdi 7'ye" Yine kazanmış. "10'a" Yine... Adam çıldıracak. "Şimdi bütün paranı 8'e yatırrr!" Adam denileni yapmış. Alet dönmüş dönmüş, 4, 5,6, 7 , 8 ve 9!!!!! Adam gözlerine inanamamış. Amanın bütün para gitmiş. Öfke, hüzün, küfür....O anda o ses yine duyulmuş; "Ha sittirrrrr"

Seguir leyendo...

***DİVAN EDEBİYATI

DİVAN EDEBİYATI NAZIM BİÇİMLERİ

1. GAZEL: Özellikle aşk, güzellik ve içki konusunda yazılmış belirli biçimdeki şiirlere denir. Beyit sayısı genellikle 5-9 arasında değişir. Gazelin ilk beyti mutlaka kendi arasında uyaklı olur.Bu ilk beyte “matla”, son beyte ise “makta” adı verilir. Bir gazelin en güzel beytine “beyt-ül gazel”, şairin mahlasının bulunduğu beyte de “mahlas beyti” denir. Beyitleri arasında anlam birliği bulunan gazele “yek-âhenk”, aynı güç ve güzellikte beyitlerden oluşan gazele de “yek-âvâz” gazel adı verilir.

2. KASİDE: Din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla belirli kurallar içinde yazılan uzun şiirlerdir. En az 33, en çok 99 beyitten oluşur. Kasidenin en güzel beytine “beyt-ül kaside”, şairin mahlasının bulunduğu beyte de “taç-beyt” adı verilir.

3. MESNEVİ: Her beyti kendi içinde uyaklı uzun nazım biçimidir.Bir anlamda Divan edebiyatında manzum hikayelerin yazıldığı bir biçim olarak da tanımlayabiliriz.

Mevlânâ’nın ünlü tasavvufi mesnevisi 25.700 beyitten oluşmuştur.

Mesneviler aşk, dini ve tasavvufi, ahlaki-öğretici, savaş ve kahramanlık, bir şehri ve şehrin güzelliklerini anlatma, mizah gibi türlü konularda yazılmıştır. Divan edebiyatında roman ve hikaye gibi türler olmadığı için mesneviler bir bakıma bu türlerin yerini tutmuşlardır. On bölümden oluşur.Aynı şair tarafından yazılmış beş mesneviye “Hamse” adı verilir. Hamse sahibi olarak tanınmış önemli divan şairleri: Ali Şir Nevâi, Taşlıcalı Yahya, Nev’i-zâde Atâi’dir.

4. KITA: Yalnız ikinci ve dördüncü dizeleri birbiriyle uyaklı iki beyitlik nazım biçimidir. Beyitler arasında anlam birliği bulunur. Pek çok konuda yazılabilir.

5. MÜSTEZAT: Gazelin özel bir biçimine denir. Uzun dizelere kısa bir dize eklenerek yazılır. Uzun ve kısa dizeler gazel gibi kendi aralarında uyaklanırlar. Kısa dizelere “ziyade” adı verilir.

BENTLERDE KURULAN NAZIM BİÇİMLERİ

1) RUBÂİ: Dört dizelik ve kendine özgü ayrı ölçüsü olan bir nazım biçimidir. Konusu daha çok dünya görüşüne ve şairin felsefi düşüncelerine yöneliktir.

Edebiyatımızda bu türün en başarılı son temsilcisi olarak Yahya Kemal gösterilmektedir.

2) TUYUĞ (TUYUK): Rubâi gibi dört dizelik bir nazım biçimidir. Edebiyatımızda en çok tuyuğ yazmış şair Kadı Burhanettin’dir. Bu biçim yalnızca Türk edebiyatına özgüdür. (Rubai, İran edebiyatından geçmedir).

BİRDEN ÇOK DÖRTLÜKLER

1) MURABBA: Dört dizelik kıtalardan oluşur. Bent sayısı 3-7 arasında değişir. Her konuda yazılır.

2) ŞARKI: Genellikle aşk, içki, eğlence konularında yazılan dört dizelik nazım biçimidir. Biçim bakımından “murabba”ya benzer. Çoğunlukla bestelenmek için yazılır. Bu biçim de tuyuğ gibi yalnızca Türk edebiyatına özgüdür. “Şarkı” biçiminin yaratıcısı ve en güçlü şairi Nedim’dir.

NOT: Divan edebiyatında üçlü ya da daha çok mısralı bentlerden meydana gelmiş nazım şekillerinin genel adı MUSAMMAT’tır. Yani dört dizeden oluşan murabba, şarkı gibi biçimlerin; beş dizeden oluşan tahmis, taştir, tardiyye gibi biçimlerin ya da altı veya daha çok dizeden oluşan biçimlerin tümünün üst başlığı MUSAMMAT’tır.

TERKİB-İ BENT: Bentlerle kurulan bir nazım biçimidir. Her bent, sayısı 5-10 arasında değişen beyitlerden oluşur. Bendin son beytine “vasıta beyti” denir. Terkib-i bentte vasıta beyti her beytin sonunda değişir ve vasıta beyti mutlaka kendi içinde uyaklı olur.

Terkib-i bentlerde genellikle talihten ve hayattan şikayetler, dini, tasavvufi, felsefi düşünceler anlatılmış, toplumsal yergi niteliğinde eleştirilere yer verilmiştir.

TERCİ-İ BENT: Biçim bakımından terkib-i bente benzer ; ancak vasıta beyti her bendin sonunda değişmez ve aynen tekrarlanır. Konularında daha çok Tanrının gücü, evrenin sonsuzluğu, doğanın ve yaşamın karşıtlıkları vardır.

DİVAN EDEBİYATI NAZIM TÜRLERİ

  1. TEVHİT VE MÜNACÂT: Tanrının birliğini ve yüceliğini anlatan şiirlere tevhit, Tanrıya yapılan yalvarış ve yakarışları anlatan şiirlere de münacât denir. Daha çok kaside biçimiyle yazılmıştır.
  1. NAAT: Hz. Muhammed’i övmek için yazılan şiirlere denir. Bunlar da daha çok kaside biçimiyle yazılmıştır.
  1. MERSİYE: Bir kimsenin ölümü üzerine duyulan üzüntü ve acıyı anlatmak için yazılan şiirlerdir. Genellikle terkib-i bent biçimiyle yazılmıştır. (Bu türün, Eski Türk Edebiyatı’ndaki adı sagu, Halk Edebiyatı’ndaki adı ise ağıttır).
  1. METHİYE: Bir kimseyi övmek için yazılan şiirlerdir. Bunlar da genellikle kaside biçiminde yazılmıştır.
  1. HİCVİYE: Bir kimseyi yermek için yazılan şiirlerdir.
  1. FAHRİYE: Şairlerin kendilerini övmek amacıyla yazdıkları şiirlerdir.

NOT: Divan edebiyatında bir şairin şiirine, başka bir şair tarafından aynı ölçü, uyak ve redifle yazılan benzerine “Nazire” denir. Bu, nazire yazan şairin diğer şaire karşı duyduğu saygı ve beğeniden ileri gelmektedir. Edebiyatımızda bu türde de pek çok ürün verilmiştir.

DİVAN EDEBİYATININ GENEL ÖZELLİKLERİ

  1. Nazım birimi genellikle beyittir ve cümle beyitte tamamlanır. Beyit, cümleye egemendir.
  2. Nazım ölçüsü “aruz”dur.
  3. Dili Arapça, Farsça, Türkçe karışımı olan Osmanlıca’dır.
  4. Şiirlerde tam ve zengin uyak kullanılmıştır.
  5. Şiirlerin konuyu içeren başlıkları olmadığı için nazım biçimlerine göre adlandırılmışlardır.
  6. Klişe bir edebiyattır. Duygu ve düşünceler değişmez sözlerle (Mazmun) anlatılır.
  7. Anlatılan şey değil, anlatış biçimi ön plandadır.
  8. Soyut bir edebiyattır. İnsan ve doğa gerçekte olduğundan farklı ele alınmıştır.
  9. Aydın zümrenin edebiyatıdır. Medrese kültürü hakimdir. Genellikle saraya ve çevresine seslenir.
  10. Sanatlara bolca yer verilmiş, sanat yapmak amaç durumuna gelmiştir.
  11. Ulusal bir edebiyat olmayıp dinin etkisiyle şekillenmiştir. Arap ve İran edebiyatının etkisi çok fazladır.
  12. Şiirde daha çok aşk, sevgili, içki, din ve kadercilik gibi konular işlenmiştir.
  13. Nazım ön planda tutulmuş, nesre pek az yer verilmiştir.
  14. Nesir alanında tezkireler (edebiyat tarihi görevini gören biyografik eser), münşeatlar (mektuplar), tarihler, dini metinler ve nasihatnamelere de rastlanmaktadır. Bunlarda da sanat yapma amacı ön plandadır.
  15. 13.yüzyılda gelişmeye başlamış 16. ve 17. yüzyıllarda en olgun dönemini yaşamış, 19.yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür.

DİVAN EDEBİYATININ ÖNEMLİ ŞAİR VE YAZARLARI

HOCA DEHHANİ: 13. yüzyılda yaşamıştır. Din dışı konularda şiir yazan ilk divan şairidir. Divanı vardır.

MEVLANA : XIII.yüzyılda yaşamıştır. Birkaç Türkçe beyit dışında, tüm şiirlerini Farsça ile yazan ünlü tasavvuf şairidir. Oğlu Sultan Veled de tasavvufi konuları işleyen bir şair olarak bilinir. Mesnevi, Divan-ı Kebir, Mektubat, tanınmış eserleridir.

ALİ ŞİR NEVÂİ: Çağatay lehçesinin en güzel örneklerini veren şair 15. yüzyılda yaşamıştır. Muhakemetü’l-Lugateyn adlı eserinde Türkçe’nin Farsça’dan daha üstün bir dil olduğunu savunmuştur. Hamsesi vardır. Anadolu dışında Türkçe şiir yazan ilk şairdir.

ŞEYHİ:15. yüzyılda yaşamıştır. “Harnâme” adlı eseri edebiyatımızda ilk fabl türü eser olarak bilinmektedir. Mesnevi alanında başarılı olmuştur.

SÜLEYMAN ÇELEBİ: 15. yüzyılda yaşamıştır. Hz. Muhammed için yazdığı Vesilet-ün-Necat (mevlit) adlı mesnevisiyle tanınmış bir şairdir. (İslam edebiyatında Hz. Muhammed’in hayatını anlatan eserlere SİYER denir).

FUZÛLİ: Fuzuli 16. yüzyılın en güçlü şairlerindendir. Arapça, Farsça, Türkçe divanı olan tek şairdir. Eserlerini Azeri lehçesiyle yazmıştır. Divan edebiyatının en lirik şairi olarak kabul edilmektedir. Ona göre yaşamın anlamı acı çekmekle özdeştir. Platonik bir aşk arayışı vardır. Din dışı konularda yazmakla birlikte tasavvuftan da etkilendiği bilinmektedir. Kendisine bağlanan maaşı almasında güçlük çıkaran memurları şikayet etmek için yazdığı “Şikayetnâme” adlı mektubu edebiyatımızdaki en ünlü yergilerden biridir.

Divanlarından başka bir naat olan “Su” kasidesi, Leyla vü Mecnun mesnevisi, Peygamber ailesini anlattığı Hadikat-üs-Süeda’sı Şah İsmail ile II:Bayezid’i karşılaştırdığı Beng ü Bâde’si ve tıp bilgisini sergilediği Sıhhat ve Maraz’ı en tanınmış eserleridir.

BÂKİ: Baki,16. yüzyıl şairlerindendir. Döneminde “şairler sultanı” olarak tanınmış ve saratın bütün olanaklarından yararlanmıştır. İyi bir medrese eğitimi gördüğü bilinmektedir.

Dünya nimetlerinin hepsinden yararlanma anlayışındadır. Kanuni’nin ölümü üzerine yazdığı mersiyesi çok tanınmıştır. Divanı vardır.

NÂBİ: 17. yüzyıl şairlerindendir. Divan edebiyatında didaktik şiirler yazmasıyla bir yenilik olarak kabul edilmektedir. Din, töreler ve sosyal yaşamla ilgili öğütler verir.

Nâbi’nin Divan’ından başka Hayriye, Hayrâbâd adlı iki didaktik eseri, gezi notlarını içine alan Tuhfet-ül Harameyn’i ve Münşeat adlı eserleri vardır.

NEFİ: Nefi , 17. yüzyıl şairlerindendir. Edebiyatımızdaki en ünlü kaside şairi olarak bilinir. Övgülerindeki ve yergilerindeki aşırılıklarıyla ünlüdür. Yazdığı hicviyelerindeki aşırılık boğdurulmasına neden olmuştur. Hayal gücü çok zengin olan Nefi’nin somut benzetmelerden yararlanması da belirgin bir özelliğidir. Türkçe ve Farsça divanı olan Nefi’nin ayrıca hicviyelerini topladığı Sihamı-ı Kaza adlı bir eseri de vardır.

NEDİM: 18.yüzyıl şairlerinden olan Nedim, Lale Devri’nin şairi olarak bilinir. Eserlerinde aşk, içki, zevk ve sefayı işler. “Mahallileşme akımı”nın önderi olan şairin Halk edebiyatından da etkilendiği bilinmektedir. Şiirlerinde halkın ağzından alınma deyimler olduğu gibi, halkın konuşma diline de oldukça yaklaşmıştır. Samimi ve içten bir söyleyişi olan Nedim, şarkılarıyla tanınmıştır. Divan şiirindeki klişeleri (mazmunları) bir ölçüde yıkmış olan şairin Divan’ı vardır.

ŞEYH GALİP: Divan edebiyatının 18.yüzyılda yaşamış son büyük şairidir. Galatasaray Mevlevihanesinde şeyhlik yapmıştır. Nabi’nin “Hayrâbâd”ına nazire olarak ve Mevlânâ’nın mesnevisinden etkilenerek yazdığı “Hüsn-ü Aşk” adlı meşhur mesnevisinde, tasvvuf konusundaki düşüncelerini ortaya koyar. Bu eserinde allegorik (sembolik) bir anlatım kullanan şair hayal gücünden ve masal ögelerinden de yararlanmıştır.

EVLİYA ÇELEBİ: (17.yy) Edebiyatımızda gezi türünün ilk örneklerini veren yazar, usta bir gözlemcidir. Elli yıllık bir süre içinde gezdiği yerleri konuşma diline yakın bir dille anlatmıştır. Anlatımında abartılı olmakla birlikte, Divan nesrinin kalıplarını da kırmıştır. 10 ciltlik “Seyahatnâme” adlı eseri çok tanınmıştır.

NOT: Divan edebiyatının nesir yazarı olarak tanınan diğer önemli yazarları şunlardır:

SİNAN PAŞA: (15.yy) Tazarrunâme adlı süslü nesri ile tanınır.

MERCİMEK AHMET: (15.yy) Farsça’dan çevirdiği Kabusnâme adlı eseriyle tanınır.

NAİMÂ: (17.yy) Kendi adıyla anılan (“Naima Tarihi”) adlı tarih eserinin yazarıdır.

KATİP ÇELEBİ: (17.yy) Batılıların Hacı Kalfa dedikleri yazar ve düşünürdür. Arapça, Farsça, Fransızca, Latine bilen yazarın tarih, coğrafya, matematik konularında yazılmış eserleri vardır.

TASAVVUF FELSEFESİ

Tanrı nedir? Evrenin oluşu nasıldır? Biz neyiz? Niçin geldik dünyaya? Yaşamımızın anlamı, var olmanın aslı, gerçek, başlangıç ve son nelerdir? Bu ve bunun gibi fizik ötesi sorulara cevap vermeye çalışan düşünüş yoluna “Tasavvuf” düşüncesi denir. [Vahdet-i Vücut (Varlığın Birliği) Teorisi].

Bu düşünüşe göre Tanrı tek varlıktır. (Vücud-i Mutlak). Aynı zamanda tek güzelliktir (Hüsn-i Mutlak).

Tek varlık olan Tanrı kendisini görecek gözler, sevecek gönüller istemiş ve kainat olarak tecelli etmiştir.

Bu tıpkı aynayla kaplı bir odada olmak gibidir. Ayna varlığın çeşitli görüntülerini yansıtır.

O halde, evren ve tüm insanlar Tanrı’nın bir görüntüsüdür. Öyleyse insanlar arasında renk, inanç, dil, ırk...gibi ayrımlar yapmak anlamsızdır.

Bütün görüntülerde “Varlık” ve “Yokluk” ögeleri bir aradadır. İnsan dünyaya bağlı tutku ve zevklerini yok ederek “Varlık” ögesini geliştirir. Bunun yolu da tekkelerden (tarikatlar) geçer. Burada insan sıkı bir eğitimle dünya nimetlerinden vazgeçerse, sonunda özü olan Tanrı’ya kavuşabilir. Bu da gerçek aşktır. İnsanların birbirlerine duyacakları aşk ise mecazdır. Bu, kişiyi Tanrı’dan uzaklaştırır. “Bir hırka, bir lokma” insana yetmelidir. Tekkelerde bu yolla Tanrı’ya ulaşan insan sonunda “Enel Hak” (“Ben Tanrı’yım”) derecesine varır. Bu kişilere “İnsan-ı Kâmil” ya da “Ermiş” denir.

DİVAN EDEBİYATI’NDA DÜZYAZI

Divan, şiire ağırlık veren bir edebiyattır. Düzyazı, ancak bilimsel çalışmalarda, tarihlerde, kimi sanatsal metinlerde ve gezi türü eserlerde kullanılmıştır.

Divan Edebiyatı’nda düzyazılar, yazılış amacı ve dil tutumu dikkate alınarak üçe ayrılır:

1. Sanatlı(süslü) Düzyazı

Söz ustalığı göstermek amacıyla yazılır. Sinan Paşa’nın Tazarru’at adlı eseri, bu türün en tanınmış örneğidir. Sanatlı düzyazıya inşa denir

2. Orta Düzyazı

Yer yer ağır ve süslü, yer yer sade bir dille yazılan düzyazılardır. Genellikle tarih kitaplarında bu düzyazı türü görülür. Osmanlılar zamanında tarihçilik,”vakanüvis” adı altında yürütülen bir tür memurluktu. Sarayda görevlendirilen vakanüvisler, önemli önemsiz her olayı günü gününe notlar halinde yazarlardı. Bu eserler, olay anlatımına dayalı olduğundan, bilimsel tarih anlayışıyla bağdaşmaz. Divan döneminin başlıca tarihçileri arasında Aşıkpaşazade ,Ali, Ebülgazi Bahadır Han,Naima, Peçevi, Mütercim Asım sayılabilir.

3. Sade Düzyazı

Dil ve anlatım ustalığının değil, ele alınan konunun önem taşıdığı düzyazı türüdür. Bu anlayış nedeniyle, sade düzyazılarda ustaca söz söyleme çabası görülmez; dil açık, yalın, doğaldır. Bu düzyazı türünü kullananlardan başlıcaları şunlardır: Mercimek Ahmet , Katip Çelebi, Evliya Çelebi (Eseri:Seyahatname).

Seguir leyendo...

***VEKTÖRLER

VEKTÖRLER


Fizik deneye ve ölçmeye dayali bir bilim dali oldugundan, ölçme sonuçlari kesin ve anlasilir bir biçimde ifade edilmelidir. Ölçmeleri ifade etmek için kullanilan en basit ve genel dil sayilardir.

Fizikte bazi büyüklükler sayilarla ifade edilebildigi halde, bazilarinin ifade edilebilmesinde sayilar yeterli olmamaktadir. Sayilarla birlikte yönün de belirtilmesi gerekir. Bu nedenle fizikte büyüklükler skaler ve vektörel büyüklükler olmak üzere iki gruba ayrilir.

1. Skaler Büyüklükler

Kütle, enerji, sicaklik, is, elektrik yükü, zaman, hacim ... gibi fiziksel büyüklüklerde yön ve dogrultu söz konusu degildir. Bu büyüklüklerin sayisal degeri ile birimi verildigi zaman büyüklük hakkinda yeterli bilgiye sahip oluruz. Bu tür büyüklüklere skaler büyüklükler denir.

2. Vektörel Büyüklükler

Hiz, kuvvet, ivme, yer degistirme gibi fiziksel büyüklükler yönlü büyüklüklerdir. Bu tür büyüklükler yalniz sayi ve birimle ifade edilemez. Büyüklügü, baslangiç noktasi, yönü ve dogrultusu ile bilinebilen niceliklere vektörel büyüklükler denir.

30 km/saat hizla giden bir tren denildigi zaman, olay net olarak ifade edilmemis demektir. Hangi yönde gittigi sorusu akla gelmektedir. Örnegin kuzeye dogru 30 km/saat hizla giden tren denilseydi, tam olarak ifade edilmis olurdu.

Vektörlerin Gösterimi

Vektörel büyüklükler sekilde görüldügü gibi yönlendirilmis dogru parçasi ile gösterilir.

Bu vektörün dört elemani vardir.

1. Uygulama Noktasi : Vektörel büyüklügün uygulandigi noktaya uygulama ya da baslangiç noktasi denir. Yukaridaki vektörün uygulama noktasi O noktasidir.

2. Büyüklügü : Vektörün sayisal degerine o vektörün büyüklügü denir. Sekildeki ölçekli düzlemde verilen K vektörünün büyüklügü 4 birimdir.

3. Yönü : Vektörel büyüklügün yönü,dogru parçasinin ucuna konulan okun yönündedir. Sekildeki K vektörünün yönü O dan A ya yöneliktir. Veya dogu yönündedir.

4. Dogrultusu : Vektörel büyüklügün hangi dogrultuda oldugunu gösterir. Sekilde K ile L vektörlerinin yönleri zit fakat her ikisi de kuzey–güney dogrultusundadir.

Buna göre, birbirlerine paralel olan vektörler çakisik olmasalarda dogrultulari ayni olur.

Iki Vektörün Esitligi

Ayni yönlü ve büyüklükleri esit olan iki vektör birbirine esittir. Sekilde, K ile L vektörlerinin siddetleri, yönleri ve dogrultulari esit oldugu için bu vektörler esit vektörlerdir. (K = L)

Bir Vektörün Negatifi

Bir K vektörüyle ayni büyüklüge sahip, fakat yönü K vektörünün tersi olan vektöre, K vektörünün negatifi denir. Yani bir vektör ters döndürüldügünde o vektörün isareti degisir.

Vektörlerin Tasinmasi

Bir vektörün büyüklügünü ve yönünü degistirmeden bir yerden baska bir yere tasimak mümkündür. Eger vektörün yönü degistirilerek tasinirsa, o vektör baska bir vektör olur.

Vektörlerin Toplanmasi

Vektörlerin toplanmasinda çesitli metodlar kullanilmaktadir. Bu metodlar uç uca ekleme (çokgen) metodu ve paralelkenar metodudur.

Uç Uca Ekleme (çokgen) Metodu : Uç uca ekleme metoduna göre, vektörlerin dogrultusu, yönü ve büyüklügü degistirilmeden, birinin bitis noktasina digerinin baslangiç noktasi gelecek sekilde uç uca eklenir. Daha sonra ilk vektörün baslangiç noktasindan son vektörün bitis noktasina çizilen vektör toplam vektörü verir.

Sekil – I deki K ve L vektörlerinin toplami yukarida açiklandigi gibi yapilirsa, Sekil – II deki gibi K + L toplam vektörü bulunur. Vektörler uç uca eklendiginde, ilk vektörün baslangiç noktasi ile son vektörün bitis noktasi çakisiyorsa, toplam vektör sifirdir.

Paralel Kenar Metodu : Paralel kenar metodu ile iki vektörü toplamak için, bu iki vektör uygulama noktalari ayni olacak sekilde bir noktaya tasinir.

K vektörünün bitis noktasindan L ye paralel, L vektörünün bitis noktasindan da K ye paralel çizgiler çizilir. Böylece elde ettigimiz sekil bir paralelkenar olur. K ve L vektörlerinin çakisik olan baslangiç noktasini paralelkenarin karsi kösesine birlestiren vektör, iki vektörün toplamina esit olan vektördür.

Vektörlerde Çikarma

Vektörlerle yapilan çikarma islemi,toplama islemine benzetilerek yapilabilir. Sekil – I de verilen ayni düzlemdeki K ve L vektörlerinden K – L vektörünü yani iki vektörün farkini bulmak için, K + (– L) bagintisina göre,

L vektörünü ters çevirip Sekil – II deki gibi toplamak gerekir. Eger L – K vektörü sorulursa, L vektörü aynen alinir, K vektörü ters çevirilip toplanir.

Vektörlerin Bilesenlerine Ayrilmasi

Bir vektörü dik bilesenlerine ayirmak için, vektörün baslangiç noktasi, x, y koordinat ekseninin baslangicina alinir. Sekilde Kvektörünün ucundan x eksenine dik inilir ve baslangiç noktasini bu noktaya birlestiren vektör K nin Kx bilesenidir. Benzer, sekilde y eksenine dik inilerek Ky bileseni bulunur.

Kx ve Ky bilesenlerin siddetini bulmak için iki durum vardir. Eger vektör sekilde oldugu gibi ölçeklendirilmis bölmelerle verilmis ise, bölmeler sayilarak bilesenlerin siddeti bulunur. Sekildeki K vektörünün bilesenlerinin büyüklügü, Kx = 4 birim,

Ky = 3 birimdir.

Eger vektör, ölçekli bölmelerle verilmemis fakat K vektörünün siddeti ve a açisi verilmis ise, tarali üçgendeki sinüs ve cosinüs degerlerinden faydalanilanarak bilesenlerin siddeti bulunur.

Tarali üçgenden,

Kx = K.cosa dir.

Ky = K.sina dir.

Fizikte en çok kullanilan üçgenlerden birisi de 37, 90, 53 üçgenidir.

37° lik açinin karsisindaki kenar uzunlugu 3 birim ise, 53° lik açinin karsisindaki kenar uzunlugu 4 birimdir. Bu durumda hipotenüs uzunlugu ise 5 birimdir.

Biz buna ayni zamanda 3, 4, 5 üçgeni diyoruz. Bu degerler, 3, 4, 5 in üst katlari ve alt katlari olabilir.

Bir vektörün skalerle çarpimi ve skalere bölümü

Bir vektörün skaler bir sayi ile çarpimi yine bir vektördür. Bu vektörün, yönü ve dogrultusu degismez, fakat siddeti skaler sayi kati kadar degismis olur.

Bir vektörün bir skalere bölümü yine bir vektördür. Çarpmada oldugu gibi olusan yeni vektörün yönü ve dogrultusu degismez yalnizca siddeti degisir.

Seguir leyendo...

***ISAAC NEWTON

1642 yılında İngiltere Woolsthorpe ‘da doğan ünlü fizik, astronomi ve matematik bilgini; bir çiftlik sahibinin oğluydu. Küçük yaşta öksüz kalınca büyükannesi tarafından büyütüldü. İlkokul çağlarında basit kimya deneylerine ilgi duydu. 1660’ta Newton, Cambridge ‘deki Trinity College ‘e gönderildi. Burada Isaac Barrow ‘un dikkatini çekti. 1665’te Londra ’da veba salgını çıkınca, Cambridge Üniversitesi kapatıldı ve Newton doğduğu yer olan Woolsthorpe ‘a döndü. 1667’ye kadar orada kaldı, kendini deney ve araştırmalara verdi. Beyaz ışığın ayrıştırılması, çeşitli metalurji çalışmaları, evrensel çekim yasası; matematik alanındaysa çokterimli ifadelerin üstlerinin alınması, diferansiyel ve integral hesapları bu iki yıllık çalışmasının ürünleridir ve onun Barlow ’un yerine 1669’da “Trinity College” matematik profesörlüğüne getirilmesini sağlamıştır. 1668’de ilk yansımalı teleskopu yaptı. Ertesi yıl optik profesörü oldu. 1672’de “Royal Society” üyeliğine seçildi. 1703 yılından ölümüne kadar bu kurulun başkanlığını yaptı.

Newton ‘un matematiğe en önemli katkısı, tutarlı bir kuram olan sonsuz küçükler hesabını (Kendi deyimiyle akışkanlar hesabını) oluşturmasıdır. Bunu özellikle 17. yüzyılın başlarında yavaş yavaş geliştirmeye başlamıştı. Leibniz de neredeyse aynı zamanda (1684) aynı bireşime ulaştı, ancak bu hesabı farklı bir biçimde ve değişik bir anlayışla sundu. Bunun üzerine iki bilgin, buluşun kime ait olduğu konusunda yıllarca tartıştılar.

Mekanik alanında Newton, daha önceki önemli buluşları bir ölçüde düzelterek, tümüyle genelleştirip tamamlayarak; tam ve kesin bir bilimsel kuram biçiminde toparlayan ilk bilim adamı oldu. Bu eski bilgileri; özellikle yerçekimini ve gökcisimleri arasındaki çekimleri belirten evrensel çekim yasasıyla tamamladı. Newton ‘un bu buluşu nasıl yaptığını anlatan “Newton’un Elması” hikayesinin doğruluğu hala tartışılır. Newton; kütle ve kuvvet kavramlarını açıkça tanımladı. Bu tanımları yaparken ve çekim yasasını uzaklıkların karesinin tersine göre kurarken, Huygens ‘in merkezkaç kuvvet yasasından (1659) yararlandı.

1687 yılında mekanik ve klasik fizik bilimlerinin temel yapıtı sayılan “Philosophiae Naturalis Principia Mathematica” yı (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri) yayımladı. Bu eserinde sergilediği mekanik, üç ilkeye dayanır:
1.Eylemsizlik ilkesi (Bunu Galilei ‘ye mal ediyordu, ancak gerçekte bu ilke açık bir biçimde ve bütün genel yönleriyle Descartes tarafından belirlenmişti)
2.Kuvv8etle ivmenin orantılılığı (Bunu da Galilei ‘ye mal etti, oysa Galilei bu ilkeyi yalnızca sezmekle kalmıştı.)
3.Etki ve tepkinin eşitliği (Değme etkilerinde çoktan bilinen bu eşitliği Newton, uzaktan etkileme olayında ele alarak genişletti.)

Günmerkezcilik görüşünü benimseyen Newton, mekanik üstüne düşüncelerini daha önce Kepler tarafından bir ölçüde ve pek kesin olmayan bir biçimde ortaya konan gezegenlerin ve Ay ‘ın devinimleri konusuna uyguladı. Gökbilimci Jean Picard ‘ın ölçümlerine (1670) dayanarak; ılım noktalarının yalpalarını, gelgitleri ve yerin basıklığını açıkladı. Newton ‘un mekaniği, Einstein ‘ın görelilik kuramına kadar , köklü bir değişime uğramadan, başta akışkanlar ve gök mekaniği olmak üzere mekanik alanında görülen gelişmelerin temelini oluşturdu.

Newton ‘un optikte en büyük katkısı 1671’de ilk teleskobu geliştirmesinin yanısıra, prizma tarafından dağıtılan beyaz ışığı inceleyerek geliştirdiği renkler kuramıdır. Bu konudaki ilk çalışmalarını 1666’da Royal Society ‘ye sunduğu incelemede Hooke ‘un görüşlerine karşı çıktı. Ancak bu çalışmaların geniş bir açıklaması; çok daha sonra yayımlanan Opticks (Optik) adlı yaptında yer aldı. Newton bu kitapta, Nicolas De Malebranche ile hemen hemen aynı zamanda, her rengin özgül ve değiştirilemeyen bir özellikte olduğunu savundu. Özelliklle, Opticks ‘in 1706 latince baskısıyla birlikte yayımlanmaya başlanan Quaestiones (Sorular) adlı ekinde renklerin yapısı üstüne görüşlerini açıkladı. Bu görüşler pek de bilimsel değildi ve karma bir kuram biçiminde sunuluyordu. Işık, her renk için farklı büyüklükte taneciklerden oluşur ve bunlar dalgalar oluşturarak esiri sarsar. Newton, buna dayanarak ışık dalgalarının dönemliği ya da frekansı kavramını ortaya attı. Ancak Malebranche ‘tan farklı olarak, bu kavramı genlik kavramından ayırmadı.

1688’de parlamentoya üye oluşuyla birlikte bilimsel çalışmalardan uzaklaştı, politika yaş**ına atıldı. 1691-1694 yıllarında ciddi bir ruhsal bunalım geçirdi. 1695’te öğrencisi Lord Halifax ‘ın aracılığıyla darphane denetmenliğine tayin edilen Newton, 1699’da bu kurumun müdürü oldu. Ayrıca din, tarih ve kronoloji çalışmaları da yapmıştır. Newton, 1727’de Kensington’da öldü ve Westminster ‘a gömüldü.

Seguir leyendo...

***MED-CEZİR (GEL-GİT)

GELGİT:
Bir gök cismi üzerinde başka gök cisimlerinin uyguladığı kütleçekimi kuvvetleri nedeniyle oluşan çevrimsel biçim bozulmaları.En çok bilineni,Ay ve Güneş'in göreli konumlarındaki değişmelerin etkisiyle Yer yüzeyinde deniz düzeyinde otaya çıkan dönemli değişmelerdir.
Gel-git oluşturan kuvvetler yerçekimine oranla çok küçüktür.Buna karşılık bu kuvvetlerin,özellikle yatay bileşenleri nedeniyle,denizlerdeki etkisi büyük olurç.Karalar ve denizler Yer yüzeyinde düzenli dağılmadığından,denizlerin ve okyanusların gelgit kuvvetlerine tepkisi çok karmaşıktır.Yer'in kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan saptırıcı Coriolis kuvveti de bu karmaşıklığı arttırır.Antarktika Okyanusunda gelgit kabarması,Yer çevresinde doğu-batı doğrultusunda yayılır.Ama kıtalar arasında,örneğin Atlas okyanusunda,kısmen kuzeye doğru ilerleyen bir dalga ile kısmen doğu-batı doğrultusunda salınan bir duran dalga biçiminde kendini gösterir;Coriolis kuvveti her iki dalga hareketini de etkiler.Kurumsal çalışmalar ve gözlemler kabarma ve alçalmaların sıfır olduğu noktaların bulunduğunu ortaya çıkarmıştır;kabarma ve alçalmalar bu noktalar çevresinde(saat yönünde ya da ters yönde) döner.Akdeniz,Karadeniz ve Baltık Denizi gibi,nerdeyse tamamen kapalı denizlerde,doğrudan yerel gelgit kuvvetlerinin etkisiyle bir duran dalga oluşur.Bu denizlerde gelgit genliği küçüktür,santimetre ölçeğindedir.Açık okyanuslarda genellikle bir metreden azdır.Körfezlerde ve bunlara bitişik denizlerde genlik çok daha büyük olabilir.Çünkü gelgit dalgası kıta sağanlığının sığ sularına girince,ilerleme hızı yavaşlar ve enerji küçük bir hacimde biriktiği için gelgit yükselme ve alçalmaları büyük boyutlara ulaşabilir.Bilinen en büyük gelgit Kanada'daki Fundy Körfezinde oluşur,burada 21 m yüksekliğe kadar kabarmalar gözlenmiştir.

DALGALAR:
Dalgaların büyük bir bölümünü,deniz yüzeyinden esen rüzgar oluşturur.Boyutları ve güçleri,esiş süresine ve estiği alanın uzunluğuna bağlıdır.Rüzgarın estiği alana Feçdenir.En büyük feç Büyük Okyanus'tadır.Bu yüzden en büyük dalgalar burada oluşur.ABD'nin Büyük Okyanus kıyılarında kırılan dalgalar,buradan 10.000. km ötede oluşmaya başlamış olabilir.


DALGA BİÇİMLERİ:
Akıntı ve gelgitin aksine,açık denizlerdeki dalgalar suyu ileriye doğru ettirmez.Daşlga ilerler ama su ileri doğru hareket etmez.Bunu,deniz üzerindeki bir cismi örneğin bir kuşu aşağı ve yukarı hareket ederken gözlediğinizde anlayabilirsiniz.


Dalga,su parçacıklarının bir çember üzerinde hareket etmesine yol açar.Yüzeyden dibe doğru inildikçe çemberler,giderek daralır.Dalganın hiçbir etkisinin kalmadığı bir derinlikte de yok olur.100 m den daha derinde bir deniz altının içindeyseniz yüzeyde çok şiddetli bir fırtına bile olsa dalgaların etkisini hissetmessiniz.


DALGALARIN KIRILMASI:
Dalga,eğimli bir sahile doğru yaklaştıkça su,deniz tabanına sürtünmeye başlar.Su parçacıkları daha yayvan ovaller biçiminde dönmeye başlar.Bu da dalgayı yavaşlatır.Dalga çok sığ sulara geldiğinde,parçacıklar ovallerini tamamlayamaz duruma gelir ve dalganın tepesi düşer,dalga sahilde kırılır.
Dalga,su altındaki yamacın eğiminin dikliğine bağlı olarak dökülerek,patlayarak ya da çok büyük bir dalga halinde kırılabilir.



DALGALARIN İŞLEVİ:
Dalgalar,kendilerini oluşturan rüzgar dindikten çok sonra bile,şekillerini değiştirmeden ya da enerjilerini kaybetmeden çok uzun süre yol alabilir.Sahilde kırıldıkları zaman,yolculukları boyunca depoladıkları enerji açığa çıkar.Art arda kırılan dalgaların enerjisi,kıyı boyunca uzanan karanın şekil değiştirmesine yol açar.

Kıyıdan çok açıkta çatlayan dalgalara,kumsalı düzenli bir şekilde geliştirdikleri için ''yapıcı dalgalar'' denir.Kıyıda çatlayan dalgalara ise,karayı yavaş yavaş aşındırdıkları,kumsalı yok ettikleri için ''yıkıcı dalgalar'' denir.



YIKICI DALGALAR:
Yıkıcı dalgalar,kumsallardaki kumları ve irili ufaklı çakılları yavaş yavaş açıklara sürükler.Sahilde bulanan maddelerle birlikte kaya ve falezlere çarparak bunların yüzeylerinin aşınmasına yol açar.Her yarık ve çatlağa patlayıcı bir güçle su ve hava sokarak bunların yavaş yavaş genişlemesine ve kayaların güçsüzleşmesine neden olur.Kopan kaya parçacıkları da sonraki aşındırmalarda rol alır.Bu şekilde,çok sert kayaçlar bile aşınabilir. Böylece deniz kıyısındaki kara da dalgalar tarafından şekillendirilmiş olur.


DALGALAR İLE İLGİLİ SÖZCÜKLER:
Kumsalda ilerleyen köpüklü suya dalga ilerlemesi denir.
Kumsaldan aşağıya geri dönen suya dalga gerilemesi denir.Dalganın en yüksek noktasına dalga sırtı denir.İki dalga arasındaki en alçak noktaya dalga çukuru denir.Dalga periyodu,birbirini izleyen iki dalga arasında ki süredir.Dalga sürekliliği,sırtla çukur arasındaki yükseklik farkıdır.Dalga boyu,bir dalganın sırtıyla bir sonrakini sırtı arasındaki uzaklıktır.


AKINTILAR:
Okyanuslardaki sular,gelgit,dalgalar ve akıntılar nedeniyle sürekli hareket halindedir.Akıntılar, oknanuslarda akan geniş su şeritleridir.Geldikleri yere bağlı olarak 30*C kadar sıcak olabildikleri gibi -2*C kadar soğuk da olabilirler.Genişlikleri 60 km'ye ulaşabilir.Daha hızlı olanları varsa da pek çoğu günde günde yaklaşık 10 km ilerler.Akıntılar,Dünya iklimini etkileyen büyük miktarlarda suyu taşırlar.Akıntılar hem yüzeyde hem de dipte olabilirler.


YÜZEY AKINTILARI:
Yüzey akıntıları,okyanusların 350 m derinliğe kadar olan bölümünü etkiler.Bilim adamları akıntıların neden oluştuğunu ya da iklimi nasıl etkilediğini hala tam olarak anlayamamıştır.Yine de akıntıların baskın rüzgar yönünde sürüklendiği bilinmektedir.Rüzgarlar ve okyanus akıntılarındaki yan kolların yönünü Dünya'nın dönüşü belirler.Buna Koriolis etkisi denir.Akıntıların yönü ve şiddeti,kara kütlelerinin biçimleri gibi etkenlere
de bağlıdır.

Seguir leyendo...

***BASKETBOL NEDİR, NASIL OYNANIR?

"Basketbol" adı dilimize İngilizce "Basketball" kelimesinden girmiştir. Öz Türkçe karşılığı Sepet Topu’dur. “Basketbolun Tarihçesi” başlıklı bölümden anlaşılabileceği gibi basketbol oyunu 110 yılı aşkın bir süredir oynanmaktadır. Çok kısa sürede tüm dünyada popüler olan bu oyunun kuralları kısaca FIBA adı verilen Uluslararası Basketbol Federasyonu tarafından belirlenmekte ve her 4 yılda bir geliştirilmektedir.

Basketbol 5’er kişilik iki takımın karşı karşıya gelmesi ile oynanmaktadır. Her
takımın 7’şer tane de yedek oyuncu bulundurma hakkı vardır. Yani sahaya toplam 12 oyuncu ile çıkılır. Oyuncu değiştirme sayısında herhangi bir sınırlama yoktur, yani her iki takım da dilediği kadar oyuncu değiştirebilmektedir. Takımlar COACH denilen baş antrenörler tarafından yönetilir. Oyun 10’ar dakikalık dört periyottan oluşur, toplam oyun süresi 40 dakikadır. Top oyunda olmadığı zamanlarda kronometre durdurulduğu için oyun süresi 40 dakikadan daha uzun sürmektedir.

Oyunun amacı topu rakibin sepetinden geçirerek sayı kazanmak ve rakibin sayı yapmasına engel olmaya çalışmaktır. Oyun süresi sonunda hangi takım daha fazla sayı yaparsa maçı kazanmış olur. Normal oyun süresi berabere biterse, eşitlik bozulana kadar 5’er dakikalık uzatma devreleri oynanır. Her takımın eline geçirdiği topu en fazla 24 saniye süresinde rakibin sepetine doğru atma ve en azından çembere çarptırma mecburiyeti vardır.

Karşılaşma baş hakem ve iki yardımcı hakem tarafından yönetilir. Ayrıca bu üç hakeme ek olarak 3 adet masa görevlisi ve bir de teknik komiser oyunun yönetilmesine yardımcı olurlar. Masa görevlileri sayı, saat ve 24 saniyeden sorumludurlar. Teknik komiserler ise hakemler ile masa görevlilerinin arasındaki koordinasyona yardımcı olurlar.

Takımların ilk üç periyotta birer, dördüncü periyotta ise ikişer tane mola kullanma hakları vardır. 1 dakika süren bu molaları baş antrenörler maçın herhangi bir anında kurallar çerçevesinde kullanabilirler.

Seguir leyendo...

***GALATASARAY TARİHİ

Galatasaray Spor Kulübü, Türk Spor Tarihi'ndeki öncü olma özelliğini hiç kuşkusuz içinden doğduğu ve gene öncü bir kurum olan Galatasaray Lisesi'nden (Mektebi Sultani) almıştır. Okul ile kulüp arasındaki koparılmaz bağ, yadsınamayacak bir gerçeklik ve övünç kaynağıdır.

Devlet adamı yetiştirmek amacıyla II. Beyazıt tarafından 1481'de kurulan mektep, adını kurulduğu bölgeden alır ve "Galata Sarayı" olarak anılmaya başlar. Okul modern konumuna 1 Eylül 1868'de Sultan Abdülaziz döneminde kavuşur. Okul' un yeniden yapılanmasıyla birlikte, Türkiye'de de gerçek anlamıyla ilk sportif çalışmalar başlamış olur ve okulda Beden Eğitimi dersi jimnastikçi 'Monsieur Curel' tarafından eğitim programına konur. Bu atılımlar gerçekten bir devrim niteliği taşımaktadırlar. Curel, modern aletler eşliğinde çalıştırdığı öğrencileri sportif açıdan geliştirirken, onlar için Kağıthane'de bir idman Bayramı düzenler. Yıl 1870'tir. Bu etkinlikte başarı gösteren sporcular değişik ödül ve madalyalar kazanır ve yarışmaların sonunda öğrencilere "kuzulu pilav" verilir. Bu da, sonraki yıllarda bir başka geleneğin başlangıcını oluşturur.

Curel'den sonra görevi devralan yabancı spor hocaları (M. Moiroux, Signor Martinetti, Stangali gibi), jimnastik ve atletizmin yanı sıra, değişik branşlara da eğilerek (yüzme, kürek, aletli jimnastik), bir ilki daha başlatmış olurlar. Bu çalışmaların ürünü çok geçmeden alınmaya başlanır ve adı Türk Spor Tarihi'ne altın harflerle yazılan Faik Üstünidman'ın yanı sıra, Binbaşı Mazhar Kazancı, Abdurrahman ve Ahmet Robenson kardeşler GSL'nde görev alıp, izcilik, tenis, hokey gibi spor dallarının öğrenciler arasında yaygınlaşmasını sağlarlar. Özellikle Üstünidman'ın ön ayak olmasıyla, öğrenciler futbolla tanışırlar. Ama oynanan futbol, bir kör dövüşünden farklı olmayan ve kural tanımayan bir koşuşturmayı andırmaktadır. Ama futbol GSL' nin Tören Kapısı'ndan adımını atmış ve tam bir salgına dönüşmüştür.

1901 yılında İstanbul'da yaşayan iki İngiliz, James Lafontaine ve Horace Armitage, Rum ve İngiliz oyunculardan oluşan Kadıköy Futbol Kulübü'nü kurmuşlar ama 1903'te takımdaki İngilizler bir anlaşmazlık sonucu ayrılarak Moda Kulübü'nü oluşturmuşlardır. 1904 yılında ise bu kulüpler, Imogen, Elpis, Strugglers takımlarıyla anlaşarak, İstanbul Futbol Birliği'ni hayata geçirmişler ve bugünkü Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı'nın yerinde bulunan "Union Club-İttihat Spor" sahasında düzenli karşılaşmalar yapmaya başlamışlardır. Görüldüğü gibi bu takımlar yabancı ya da azınlık takımlarıdır. Türk olmayan ekiplerin gerçekleştirdikleri bu ilk futbol karşılaşmaları, GSL öğrencilerini hem ilgilendirir hem de çok üzer. Artık onların amacı, kendi futbol kulüplerini kurmak, ölesiye sevdikleri bu oyunun kurallarını "hatmetmek" ve yabancılarla boy ölçüşmektir.

Türk olmayan takımları yenmek

Galatasaray Spor Kulübü'nün kurucusu Ali Sami Yen, "Ellinci Yıl" kitabında kuruluş öyküsünü şöyle anlatır:
"1 Teşrin 1905'te mektebin beşinci sınıfında edebiyat muallimimiz merhum Mehmet Ata beyin dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray'da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik. İlk müteşebbisler oyuna ve mücadeleye meyyal arkadaşlardan Asım Tevfik Sonumut, Reşat Şirvani, Cevdet Kalpakçıoğlu, Abidin Daver, Kamil...gibi gençlerdi. Mektepde tahsilde bulunan Bulgar ve Sırp talebesinden çevik ve kuvvetli olanlar da bize iltihak etmişlerdi. Asım'ı muhasebeciliğe, Cevdet'i ikinci reisliğe seçmiş, kendim de Reis olmuştum. Asım her hafta arkadaşlardan birer kuruş toplamakda mahir olduğu için kendisini muhasebeci yapmıştık. Ben Reisliği topu yağlayıp şişirmekle almıştım. Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu. Mektebe gelirken, domuz sokağından geçer, domuz yağı alırdım. Topu onunla yağlar, şişirirdim; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim. Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi. Yani o zaman Reisliğe ve diğer vazifelere payeyi, en çok çalışan kazanırdı. Cevdet de ikinci Reisliği formaları yıkadığı için almıştı.

"Maksadımız İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek."

Kulübün adının Gloria (Zafer) ya da Audace (Cesaret) konulması yolunda görüşler ortaya atılmışsa da, sonuçta Galatasaray olmasında anlaşmaya varılmıştır. Araştırmacı Cem Atabeyoğlu, Galatasaray adının, bu takımın yaptığı ilk maçta Rum ekibini 2-0 yenerken, seyircilerin onlardan "Galata Sarayı efendileri"diye söz etmelerinden doğduğunu yazar. Bunun üzerine kurucular da ismi benimserler ve "Adımız Galata Sarayı olsun" derler.

Kurucu Listeler
1905'ten 1919'a kadar Galatasaray Spor Kulübü'ne Başkanlık yapan, mektebin 889 numaralı öğrencisi Ali Sami Yen, inci gibi elyazısıyla tuttuğu Galatasaray Terbiye-i Bedeniye Kulübü ıhsaiyet Defteri'nin (Sayım-İstatistik Defteri) 181 ve 182. sayfalarında kurucu 13 üyeyi şöyle sıralar:
1-Ali Sami Yen
2-Asım Sonumut
3-Emin Bülend Serdaroğlu
4-Celal İbrahim
5-B. Nikolof
6-Milo Bakiş
7-Pol Bakiş
8-Bekir Sıtkı Bircan
9-Tahsin Nahit
10-Reşat Şirvanizade
11-Hüseyin Hüsnü
12-Refik Cevdet Kalpakçıoğlu
13-Abidin Daver

1905'te Osmanlı İmparatorluğu'nda bir dernekler yasası bulunmadığından, Galatasaray Spor Kulübü yasal olarak tescil edilme olanağını bulamamıştır. 1912 yılında Cemiyetler Kanunu çıkarıldıktan sonra, kulüp yasal bir kimlik kazandı. Yetkili makamlara kulüplerin tüzükleriyle birlikte, kurucu üyelerin ad ve adreslerinin de bildirilmesi zorunlu tutulduğundan, istifa eden ya da eğitimlerini tamamlayarak ülkelerine dönen üyeler ilk listeden çıkarılmış ve 1 Eylül 1913'te kurucu liste yeniden düzenlenmiştir. Kurucu üyelerin yeni sıralaması şöyle gerçekleşmiştir:
1-Ali Sami Yen
2-Asım Sonumut
3-Emin Bülend Serdaroğlu
4-Celal İbrahim
5-Bekir Sıtkı Bircan
6-Reşat Şirvanizade
7-Refik Cevdet Kalpakçıoğlu
8-Abidin Daver.

Renklerin öyküsü
Galatasaray Spor Kulübü'nün ilk renkleri kırmızı-beyaz'dır. Bayrağımızın renklerinden esinlenerek seçilen bu renkler, dönemin baskıcı ve paranoyak yönetimi tarafından kuşkuyla karşılanmış ve futbolcular sıkı bir takibe alınmışlardır. Bu nedenle, sarı-lacivert renkler gündeme gelmiş ama bunlar da kalıcı olmamış ve Galatasaray bugünkü renklerine kavuşmuştur. Bu renklerin öyküsünü Ali Sami Yen'den dinleyelim:

"Birçok yerleri dolaştıktan sonra, nihayet Bahçekapı'daki Şişman Yanko'nun dükkanına gidilerek orada zarif iki yünlü kumaşa tesadüf ettik. Biri, vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızı, öteki de, içinde turuncudan iz taşıyan tok bir sarı. Tezgahtar, mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birleştirdi. Bir saka kuşunun başı ile kanadının yarattığı renk güzelliğine benzer bir parlaklık hasıl oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı-Kırmızı alevinin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Nitekim de öyle oldu." Buna karşılık kuruculardan Bekir Sıtkı, söz konusu renklerin Gül Baba'nın II.Beyazıt'a verdiği sarı ve kırmızı güllerden esinlendiğini ileri sürer.

Seguir leyendo...

***GOOGLE ADWORDS

Google AdWords Nedir?

Google AdWords, bütçeniz ne olursa olsun Google'da ve reklam ortaklarında reklam yayınlamanın hızlı ve basit bir yoludur. AdWords reklamları, arama sonuçlarıyla birlikte Google'da ve büyüyen Google Ağı üzerinde bulunan, AOL, EarthLink, HowStuffWorks ve Blogger gibi arama ve içerik sitelerinde görüntülenir. Google'da yapılan aramalarla ve Google Ağında her gün görüntülenen sayfalarla Google AdWords reklamlarınız geniş bir hedef kitleye ulaşır.

Google'da ve arama ortaklarında yayınlanacak bir AdWords reklamı oluşturduğunuzda, reklamınızın görüneceği anahtar kelimeleri seçebilir ve her tıklama için ödemek istediğiniz maksimum tutarı belirtebilirsiniz. Yalnızca bir kullanıcı reklamınızı tıkladığında ödeme yaparsınız.

İçerik Ağı'nda yayınlanacak bir AdWords reklamı oluşturduğunuzda, reklamınızın görünmesini istediğiniz içerik yerleşimlerini tam olarak seçebilir ya da içerik esaslı hedeflemenin anahtar kelimelerinizi içerikle eşlemesine izin verebilirsiniz. Her bir tıklama için (TBM) ya da reklamınızın her bin kez görüntülenişi için (BGBM teklifi olarak adlandırılır) ödeme yapabilirsiniz.

Hatta daha çok tasarruf etmeniz amacıyla AdWords İndirimcimiz, reklamınızın konumunu korumak için gereken en düşük maliyete ulaşmak üzere ödediğiniz gerçek tıklama başı maliyeti (TBM) otomatik olarak düşürür. AdWords İndirimcisi, hangi görüntüleme ya da teklif yöntemini seçtiğinize bakmaksızın çalışmaya devam eder.

AdWords'de minimum bir aylık ücret ödemek gerekmez - sadece çok düşük bir etkinleştirme ücreti alınır. Metin, resim ve video reklamlar olmak üzere çeşitli reklam biçimleri arasından seçim yaparsınız ve çevrimiçi hesabınızdaki Kontrol Merkezinizde bulunan raporları kullanarak reklamınızın performansını kolayca izleyebilirsiniz.

Seguir leyendo...

***HAVA KİRLİLİĞİ NASIL OLUŞUR?

Hava kirliliği; canlıların sağlığını olumsuz yönde etkileyen ve/veya maddi zararlar meydana getiren havadaki yabancı maddelerin, normalin üzerindeki miktar ve yoğunluğa ulaşmasıdır.

Bir başka deyişle hava kirliliği; havada katı, sıvı ve gaz şeklindeki yabancı maddelerin insan sağlığına, canlı hayatına ve ekolojik dengeye zarar verecek miktar, yoğunluk ve sürede atmosferde bulunmasıdır. İnsanların çeşitli faaliyetleri sonucu meydana gelen üretim ve tüketim aktiviteleri sırasında ortaya çıkan atıklarla hava tabakası kirlenerek, yeryüzündeki canlı hayatı olumsuz yönde etkilenmektedir.

Hava, atmosferi meydana getiren gazların karışımıdır. Saf hava, başta azot ve oksijen olmak üzere argon, karbondioksit, su buharı, neon, helyum, metan, kripton, hidrojen, azot monoksit, ksenon, ozon, amonyak ve azotdioksit gazlarının karışımından meydana gelmiştir. Bu gazların dağılımı ise % 78’i azot, hacim olarak %21’ni ve ağırlık olarak %23’ ünü oluşturan oksijen ise oldukça reaktif bir gazdır. Diğer gazlar ise atmosfer hacminin %1’ini oluştururlar. Atmosferi oluşturan bu gazların, en kararsız olanları su buharı ve karbondioksittir. Atmosferdeki su buharı miktarı, denizler, göller, nehirler ve bitkilerden buharlaşma ile artar ve bulutlardan sis, çiğ, yağmur oluşumu ile de azalır. Su buharının bu değişkenliği, bu olaylarla birbirini öyle takip dengeler ki , su buharının atmosferdeki miktarı değişmez. Karbondioksit ise normalde çok küçük yer teşkil eden bir birleşendir. İnsan ve hayvanların teneffüsü ve bitkilerin fotosentez olayı ile atmosferdeki miktarı dengede tutulur. Atmosferdeki azot orman yangınları, şimşek gibi doğal atmosfer olayları ve yanma sonucu meydana gelir.

Doğal olarak saf atmosfer az veya çok miktarda, büyük bölümü suni olan yabancı maddelerin üretimi ile kirletilir. Bunların başında petrol ürünleri ve endüstriyel kirleticiler gelmektedir. Özellikle son yıllarda, endüstriyel aktivitenin, şehirleşmenin ve nüfusun arması ile kirletici maddelerin kullanımı ve miktarıda hızla artmaktadır.

Atmosfere dağılarak, onu kirleten kirleticiler katı, sıvı ve gaz halindedirler. Çeşitli kaynaklardan meydana gelen kirlilik maddeleri toz, is, sis, buhar, kül, duman vb. olarak havaya geçerler. Atmosferdeki bu kirleticiler, kirletici kaynaklardan atmosfere doğrudan verilen kirleticiler ve kirleticilerle atmosferik özellikler arasında kimyasal olaylar sonucu oluşan kirleticiler olmak üzere iki şekilde bulunurlar.



Atmosfere kirletici kaynaklardan yayılan kirleticiler, kükürtdioksit, azot oksitler, karbon monoksit, hidrokarbonlar asılı vaziyette bulunan katı partüküllerdir. Bunlardan; Kükürt Bileşikleri:Petrol ve kömür gibi kükürt içeren maddelerin yakılması ve kükürt içeren bazı maddelerin işlenmesi sırasında kükürt gazı açığa çıkar. Bu kükürt bileşiklerinin solunması, bronşit ve astım gibi hastalıklara yol açabilir.

Azot Oksitleri:

Azot oksitleri daha çok enerji santrallerinden ve motorlu araçların egzoz borularından yayılır. Bir azot oksit olan nitrojen dioksit (NO2 ) solunması kalp, akciğer ve karaciğer rahatsızlıklarına ve solunum yolu hastalıklarına yol açar.

Karbon Oksitleri

:Fosit yakıtların kullanılması ve orman yangınları gibi nedenlerle atmosfere büyük oranda karbondioksit (CO2 ) gazı yayılır. Bunun yanında, oksijenle metanın tepkimeye girmesiyle oluşan karbonmonoksit (CO) gazı da bir kirleticidir. Karbon oksitleri baş dönmesi ve reflekslerde yavaşlamaya sebep olur. Havada yüksek oranda bulunmaları ölümlere neden olabilir.

Hidrokarbonlar:

Motorlu taşıtlarda kullanılan petrolün, tüm olarak yanmaması etilen (C2H4) ve benzen (C6H6) gibi hidrokarbonların çevreye salınmasına neden olur.Bu hidrokarbonlar, havadaki başka kimyasal maddelerle tepkimeye girdiğinde, gözlere ve solunum yollarına zararlı etkileri olur. Benzen gibi bazı hidrokarbonların kanser yapıcı etkileri de vardır.Bu kirleticilerle, atmosferik özelliklerin oluşturduğu kimyasal reaksiyonların en önemlileri ise fotokimyasal olaylardır ki, bunlardan özellikle floroklorokarbonlar, güneşten gelen zararlı UV (ultraviole) ışınlarına karşı yeryüzünü koruyan ozon tabakasında büyük tahribata yol açmaktadır.

Doğal veya insan yapısı sonucu atmosfere karışan kirleticiler, her iki halde de Atmosfere yayıldıkları anda hızla kimyasal reaksiyonlar oluştururlar ve hava akımları ile karışır, dağılır, yayılır ve taşınırlar. Böylece kirleticiler, kaynaktan çıkıp, alıcılara ulaştığında karakterleri değişebilir. Genel olarak kirlilik,havadaki katı parçacıklar vekükürtdioksit miktarına göre belirlenir. Oysa atmosferde oluşan kimyasal olaylarda, organik maddeler büyük rol alır. Çünkü organik maddeler, atmosferde ister reaksiyona girsinler, ister girmesinler kimyasal reaksiyonların çekirdeğini oluştururlar. Hava kirliliği denildiğinde, kirleticiler ve bunların bulunduğu atmosfer ortamı aynı derecede rol oynar. Herhangi bir yerde hava kirliliği çalışması yapıldığında, ilk olarak o bölgenin meteorolojik koşulları ve havanın kimyasal yapısı incelenmelidir.

Bölgesel, meteorolojik ve coğrafik faktörlerin, havanın kirletilmesi üzerinde büyük bir etkisi vardır. Hava kirlenmesi, üç yüzyıldan beri bazı şehirlerde önemli bir sorun olmaktadır. Genel olarak iki tip hava kirlenmesi vardır. Bunlardan biri isli, kurumlu, sülfürlü olan Londra Tipi Hava Kirlenmesi, diğeri ise Los Angeles Tipi Hava Kirlenmesidir. Bazı yerlerde ise bunların her ikisinin karışımından ibaret bir hava kirlenmesi görülmektedir.

Londra tipi hava kirlenmesinde, en yüksek konsantrasyon (kirlilik) sabahın erken saatlerinde olur. Bu tip, oldukça düşük sıcaklıkta ve oldukça yüksek nemde meydana gelir. Zerrelerle ve kükürt dioksit gazıyla atmosfer kirletilmiştir. Londra tipi hava kirlenmesinin, bronşit ve astım rahatsızlıklarına neden olduğu ileri sürülmektedir.1952 Yılında Londra’yı kaplayan kalın sis ve duman tabakası, iki hafta içerisinde dört bin insanın ölümüne yol açmış, bir o kadar insan da üç ay içerisinde can çekişerek ölmüştür.

Normal olarak, gündüz hava ısınırken, yukarı doğru çıkan hava cereyanı 200-750 m’lik bir karışım derinliği meydana getirir. Fakat yüksek basınçta ve zemin yüzeyindeki soğuk hava kütlesinde, havanın durgun olduğu havzalarda, gündüzleri havanın ani ısınması ile inversiyon meydana gelir. Bu çeşit olaylar şehirlerde havanın kirlenmesine yol açar. İşte Los Angeles tipi hava kirlenmesi bu olayın sonucudur. Fotokimyasal olan Los Angeles tipi hav kirlenmesinde, en yüksek konsantrasyon öğleyin 11 ile 13 saatleri arasında olur. Bu olay genellikle yüksek sıcaklıkta ve oldukça düşük nemde, açık günlerde meydana gelir. Londra tipi hava kirlenmesinden diğer önemli bir fark, atmosferde ozon ve peroksiasetilnitrat gibi bazı bileşiklerin bulunması sebebiyle kimyasal oksitlemenin oluşmasıdır. Bu bileşikler, 50 milyon otomobilin egzozundan çıkan ve LosAngeles çukurluğunda toplanan azot oksitlerin ve hidrokarbonların komplesk karışımların ve güneş ışığının etkisi ile oluşurlar. Bu tip kirlenme, değişik tarım ürünlerine, çiçeklere ve ağaçlara çeşitli zararlar verir. Ayrıca gözlerde rahatsızlık ve görüş mesafesinin kısalması, ölüm oranlarının artması gibi etkileri de vardır.

Atmosfer ile ilgili alanlarda çalışan bilim adamlarının en önemli gündem maddelerinden birini uzun zamandan beri ozon tabakasındaki delik oluşturmaktadır.Bir grup, alınan tedbirler ile problemin ortadan kalktığını ve önemli bir problem olmadığını iddia ederken, diğer bir grup ise bu düşünceye katılmamaktadır.

Ozonun en önemli düşmanı kloroflorokarbon (CFC)gazlarıdır. Bu gaz 1930’da Thamos Midgely adlı araştırmacının General Motors firması için yaptığı çalışmalar sonucu geliştirilmiş ve soğutma maksatlı ev aletlerinde kullanılmaya başlanmıştır. 1940’lı yılların ortalarında ABD’deki soğutucuların büyük bir çoğunluğu CFC ile çalışıyordu. İlerleyen yıllarda CFC üretimi ciddi boyutlarda arttı ve yeni kullanım alanları buldu.

1970’de ozon tabakası üzerindeki olumsuz tesire ilk defa Paul Crutzen dikkat çekti; onun yaptığı çalışmada zararlı maddelerin azot oksitleri olduğu tespit edildi.1974’de Richard Stolarski ve Ralph Cicerone uzay mekiklerinin egzozlarından çıkan klorinin ozona zarar verdiği uyarısında bulundular. Aynı yıl F. Sherwood Rowland ve M. Molina strotosfere ulaşan CFC’lerin ozona zarar verdiğini ilk defa iddia ettiler ve CFC üretiminin en kısa zamanda sınırlandırılıp yasaklanmasını istediler. Devam eden çalışmalar bu ikazı destekleyici neticeler verince, 1976’da ABD’de, spreylerde CFC kullanımının 1978’den itibaren yasaklanma kararı alındı. İlerleyen yıllarda milletler arası girişimler başladı. Bu arada ozonun Antarktika üzerinde inceldiği tespit edildi (1985). 1987’de 140 ülkenin imzaladığı Montreal Protokolü ile CFC üretimindeki artışların durdurulması ve üretimin 1998’de yarıya indirilmesi kararlaştırıldı. 1992’de Kopenhag’da yapılan toplantıda ise CFC’lerin gelişmiş ülkelerde 1996’da , gelişmekte olan ülkelerde ise 2010 yılında tamamen üretimden kaldırılması kararlaştırıldı. 1996’da, yapılan çalışmalarla milletler arası protokollere uyulması halinde ozon tabakasının kendini tamir edebildiğinin 21. Yüzyılda gözlenebileceği tahmini öne sürüldü.

PEKİ OZON NASIL DELİNİYOR?

CFC’lerin ozonu tahrip etme mekanizması S. Rowland ve M. Molina tarafından tespit edildi ve bilim adamları 1955 Kimya Nobeli ile mükafatlandırıldı. Açıklanan mekanizmaya göre; stratosfere ulaşan bir CFCI3 molekülü yoğun ultraviyole ışınlarının tesiriyle bir klor atomunu bırakarak CFCI2 haline gelmekte, tek başına kalan klor atomu artık tam bir ozon katili durumunu almaktadır. Çünkü bu klor atomu, ozon molekülü ile (O3) reaksiyona girerek bir oksijen molekülü (O2) ve klormooksit (CIO) meydana getirir. Ancak işlem burada bitmez, ortamda bol miktarda bulunan bir oksijen atomu klormonoksit ile etkileşir ve oksijen atomu, molekül haline (O2) gelir.

Klor atomu da yeniden tek başına kalarak yeni bir ozon molekülünü parçalayıp ortama oksijen molekülü ile bir klormonoksit çıkmasına sebep olur ve bu işlem stratosferde devamlı tekrarlanır durur.Bu mekanizmanın tespiti ile CFC’lerin ne kadar tehlikeli olduğu ortaya net bir şekilde konmuştur.

BİZE YÖNELEN TEHLİKE!!!

Ülkemizde bu konu ile ilgili çalışmalar yapılmadığı gibi, özellikle cilt kanserindeki artışlar kamu oyuna duyurulmayıp herhangi bir uyarıda bulunulmamıştır. Halbuki ABD’de yapılan araştırmalarda stratosferdeki ozonun %1’lik azalmasının cilt kanseri vak’alarında % 3’lük artışa sebep olduğu tespit edilmiş ve ülkenin cilt kanseri risk haritası çıkarılarak yayınlanmıştır.

Diğer taraftan popüler bilim dergilerinde, ozondaki %1’lik azalmanın, yer yüzüne ulaşan ultraviyole radyasyonunun %2’lik bir artışını netice verdiği yazılmaktadır. Ultrviyole ışınlarının artışının, sadece cilt kanserini değil, göz rahatsızlıkları ve bağışıklık sistemi bozukluklarını da beraberinde getirmekte olduğu ifade edilmektedir.

GELECEĞİMİZİ ULTRAVİYOLE Mİ KARARTACAK?

Görüldüğü gibi tehlike küçümsenecek gibi değildir. Ancak Batı’daki gelişmelerin ortaya çıkardığı bu problem, yine yukarıda anılan protokolleri hazırlayıp tehlikeyi sezenler tarafından ele alınıp, çözümlenmek üzere önemli adımlar atılmıştır. Ozonun kendini yenilemesi zaten bilinmektedir. Her yağmur yağdığında içimize çektiğimiz değişik kokulu taze havada bol miktarda ozon olduğu gibi, her çakan şimşekte, her düşen yıldırımda bol miktarda ozon açığa çıkmaktadır. Yeter ki insanoğlu, CFC’leri yasakladıktan sonra yeni bir ozon katili icat etmesin.

Ozon tabakasının delinmesi ile ortaya çıkan yeni bir sanayi ise “sağlıklı bronzlaşma” adı altında bir taraftan insanları deniz kenarında yakarken,diğer taraftan da yine onları ultraviyoleden koruyucu kremler ve çeşitli sıvılara buluyarak cilt kanserinden korumaları için paralarını almaktadır. Bu güneş kremleri hakkında sanki çok ciddi ilmi çalışmalar yapılmış gibi bir hava verilmektedir. Halbuki bu krem ve sıvıların hiçbirinin ciddi bir koruyuculuğu olmadığı gibi, tam aksine korunduğunu zanneden insanlar güneş altında daha fazla kalmasına ve cilt kanseri riskinin artmasına da sebep olmaktadırlar.

1996 Ekim’inde, Nasa “Toplam Ozon Haritası” adıyla yapmış olduğu çalışmalarda elde edilen ölçümleri bulunmaktadır. Antarktika üzerinde ozonun en az olduğu bölge “Ozondaki delik”tir. Ozon ölçümleri, 1950’lerde Güney Kutbu’nda ilk çalışmaları gerçekleştiren Dabson’ın adına izafeten “Dabson Birimi” ile ölçeklendirilmektedir.

HAVA KİRLİLİĞİ KAYNAKLARI VE NEDENLERİ

Atmosfer, genellikle içerisine karışan toksinli maddeleri eriterek etkisiz hale getirmesine rağmen meteorolojik ve topoğrafik şartlara bağlı olarak devamlı bir şekilde kirlenmektedir. Çeşitli amaçlarla yakılan ateşler, fabrika ve ev bacalarının dumanları, araçların egzost gazları havaya zehirli gazlardan olan karbon monoksit, kükürtdioksit ve nitrik asit gibi gazların bol miktarda karışmasına neden olur. Hava kirliliğine neden olan kirleticilerin, kaynaklarına göre hava kirliliği, tabii kaynaklardan meydana gelen kirlilik ve insan faaliyetleri sonucu suni kaynaklardan meydana gelen kirlilik olmak üzere iki sınıfa ayrılır.Tabii kirliliği oluşturan,doğada bulunan kirletici kaynaklarından; tozlar, meteorlar, yeryüzündeki büyük çöl alanlarından ve kumluk alanlardan rüzgarlarla atmosfere taşınırlar; orman yangınları ile atmosfere önemli miktarlarda duman ve zehirli gazlar karışır;foto kimyasal olaylarla azot dioksit; yanardağlardaki volkanik faaliyetler sonucunda kükürt dioksit, hidrojen klorür, hidrojen florür;deniz çalkalanmasından sodyum klorur sayılabilir.

Hava kirliliğinde, tabii kirlilik kaynaklarından çok suni kaynaklardan meydana gelen kirlilik önemlidir.Çünkü günümüzde insanları en çok ilgilendiren, özellikle büyük yerleşim merkezleri ve sanayi alanlarındaki hava kirliliğidir.Bu kirlilikte daha çok insanfaaliyetleri sonucu meydana gelir. İnsan yapımı kirlilik kaynaklarını ise kabaca:

1. Ulaşım

2. Katı yakıtlar

3. Elektrik santralleri

4. Endüstri ve ısınma için kullanılan yakıtlar

5. Endüstriyel işlemler

Olarak sınırlanabilir. İnsan tarafından oluşturulan kaynaklardan oluşan bu kirlilik, bulunan bölgenin endüstriyel gelişimi, nüfusu, şehirleşme durumu gibi faktörlere bağlı olarak değişim gösterir.

HAVA KİRLİLİĞİNİN ZARARLI ETKİLERİ

Hava kirliliğinin, başta insan sağlığı olmak üzere görüş mesafesi , metaryaller, bitkiler ve hayvan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri vardır.

Katı yakıtlar ve akaryakıt gibi karbonlu maddelerin tam yanmamasından meydana gelen katı ve sıvı etkiye sahiptir. Hava kirliliğinin, sanatsal ve mimari yapılar üzerinde tahrip edici ve bozucu etkisi vardır. Bitkiler üzerinde ise öldürücü ve büyümelerini engelleyici olabilmektedir. Bu nedenle hava kirliliği hem canlıların sağlığı açısından, hem de ekonomik yönden zarar vericidir.

Hava kirliliğinin insan sağlığı üzerindeki etkileri, atmosferde yüksek miktardaki zararlı maddelerin solunması sonucu ortaya çıkar. İnsanların sağlıklı ve rahat yaşayabilmesi için teneffüs edilen havanın mutlaka temiz olması gerekir. Havanın doğal yapısını bozan ve kirleten maddelerin başka bir deyişle kirli havanın solunması, özellikle akciğer dokularını tahrip edici ve öldürücü olabilmektedir. Solunum yolu ile hava içerisindeki parçacıklar ve duman,teneffüs esnasında yutulur ve akciğere kadar ulaşır.Solunum sisteminin derinliklerinde depolanan bu parçacıklar, akciğer kanserlerine kadar varan hasarlar yapabilmektedir. Diğer taraftan kömür ve diğer yakıtların yanmasından

Diğer taraftan kömür ve diğer yakıtların yanmasından oluşan duman ve isin astım, çeşitli burun ve boğaz hastalıkları hatta mide hastalıkları gibi özellikle solunum yolları ile ilgili hastalıklara belirli ölçüde sebep olabileceği öne sürülmektedir. Şiddetlihava kirliliğine maruz kalınması durumunda, bunun insan sağlığına olan etkisi ile hava kirliliğinin düşük miktarlarına, uzun zaman maruz kalmanın etkileri farklı olmaktadır.

VE ÖNLEMLER

Özellikle sanayi merkezleri ve büyük yerleşim alanları üzerinde daha çok hissedilen hava kirliliğinin azaltılması amacıyla birtakım önlemlerin alınması gerekir.Bunlardan bazılarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

Sanayi ve iş merkezlerinin mümkün olduğu kadar yerleşim merkezleri dışına alınması

Kişisel vasıta kullanımı yerine toplu taşımacılığın yaygınlaştırılması ve elektrikli taşıma araçlarının geliştirilmesi ve kullanımının artırılması

Konutlarda yakıt yakma tekniklerinin geliştirilmesi ve özellikle sanayi alanlarındaki bacalara, hava filtrelerinin takılması ayrıca yakıt olarak doğal gaz kullanımının yaygınlaştırılması

Şehir merkezlerindeki yoğun trafiğin çevre yollara aktarılması

Ağaçlandırma çalışmalarının artırılması, özellikle hava kirliliğinin yoğun olduğu yerlerde yeşil alanların arttırılması

Şehir yerleşim planlarında meteorolojik faktörlerin özellikle rüzgar durumunun göz önünde bulundurulması

Halkın, hava kirliliği konusunda bilinçlendirilmesi için ilköğretimden başlamak üzere tüm okullarda ve sivil toplum örgütlerince bu amaca yönelik eğitim programlarının hazırlanması.

Oksijen ve ozon birbirlerinin allotropları olup aralarındaki mevcut bir takım farklılıkların ozon molekülü yapısının kompleksliliğinden kaynaklanmaktadır, trioksijen diatomik molekül, (O2) ve ozon ise triatomik molekül (O3) halinde tabiatta bulunurlar.
Kimyasal benzerliliklerinin sebebi ise hiç kütle değişimine uğramadan birinin diğerine dönüştürülebilirlilik gerçeği ile gösterilir, yani;
3O2(g) 2O3(g)
96 gram 96gram

Ozon, açık mavi, -111,3 °C de kaynayan bir gaz olup, bir hayli zehirleyicidir. Ozonun keskin kokusu çalışan elektrikli aletlerin arkalarından veya önemli elektrik deşarj işleminin olduğu yeraltı metro istasyonlarında hissedilir.

Ozon ya moleküler oksijen'in fotokimyasal yöntemlere maruz bırakılarak ya da, elektrik deşarj metoduyla elde edilir.
1. Fotokimyasal metod : 3O2 + hv (Energy) 2O3(g)
2. Elektriksel deşarj yöntemi ile

Bu gün Ozon başlıca içme suyu temizleme işlemlerinde, havayı ve artık gazların pis kokusunu gidermede, kandillerin, yağların lekelerini çıkarma ve beyazlatmada, tekstil sanayiinde de gene aynı ağartma amaçlar için kullanılır.

Ozon, atmosferin yüksek tabakalarında O2 molekülü tarafından gerek güneşten gelen o yüksek Elektro-mağnetik Radyasyon emilmesi ile gerekse yıldırım boşalması esnasında açığa çıkan büyük enerjinin absorbe edilmesi sonucu oluşur. Ozonun atmosferdeki konsantrasyonu, yerden 25 ile 35 km yukarıdaki stratosfer tabakasında, yaklaşık 10 ppm e kadar çıkar, o yüzden bu kuşak ozon tabakası olarak bilinir. Deniz seviyesine yaklaştıkça O3 ün konsantrasyonu 0,04 ppm e kadar iner. Stratosferdeki bu ozon tabakası, uzaydan ve özellikle güneşten gelen 240 ile 320 nm dalga boylarına sahip yüksek enerjili radyasyonlar gibi ışımaları emerek yeryüzündeki hayatın varlığı ve devamlılığı adına büyük rol oynar. Bilindiği üzere E.M.R adı verilen ve içerisinde her türlü ultraviole zararlı ışımaları içeren radyasyonlar, diğer biyolojik organizmalarda da olduğu gibi insanlığa zarar verir, özellikle deri kanseri ve göz hastalıklarına yol açar.

Ozon molekülü bu zararlı ultraviole ışınları absorblar, bu işlem sonucunda bir miktar ısı açığa çıkar. Bu ısı O3 ü geriye (O2) ye parçalar ve böylelikle özellikle atmosferdeki ısı dengesinin korunmasında büyük rol oynar.

O3 + hv(Enerji) O2 + O (O3 ün O2 ye ayrışması )
O3 + O 2O2 + Enerji (atmosfere ısı yayılımı ve ısı dengesi korunması)

Şimdi de sizlere ozon tabakasında bazı kimyasalların etkisiyle meydana gelen ozon deliklerinden bahsetmek istiyorum. Nasıl ki yağmurlu bir havada delik şemsiye ile yürüyüşe ıslanmamak için çıkamazsınız aynı şekilde delik olan bir ozon şemsiyesi ile de o bölgede hayatınızı sürdüremezsiniz. Ozon bizlere o büyük yaratıcının hediye ettiği, bizleri kozmik ışınlardan koruyan ancak lüzumluları aşağı veren harikulade bir hayat şemsiyesidir.

Ancak baş döndürücü hızla gelişen günümüz teknolojisinde biz insanlar bazen bilerek ya da bilmeyerek bu büyük hediye ye zarar vermekteyiz. Her ne kadar ozon bazı tabii olaylarla, doğal bir takım oksitlerin özellikle Azot oksitlerinin oluşumu veya ultraviole ışınların emilmesi gibi, olaylarla da tüketilmekte ise de, gene karşılığında bir takım doğal olaylarla da üretilir ve atmosferdeki ozon dengesi tabii bir regülatörle ayarlamış, sabitlenmiş olur. Karşılığı olan ozon tüketimi ise insanların tüketmiş olduğu ozondur.

Son yıllarda antropojenik orijinli (insan aktiviteleri sonucu üretilmiş) bazı gazlar özellikle kozmetik sanayii ve CFC gazları... vb. stratosferdeki ozonla reaksiyona girdiği ve o tabakanın giderek incelmesine ve devamında ise o bölge de yok olmasına yol açtığı ortaya çıkarılmıştır. Meselâ aşağıda da görüleceği gibi, havanın oksijeni ile yakılması sonucu oluşturulan Azot oksit, ozon tüketiminine sebep olmaktadır;

NO + O3 NO2 + O2

Bu zarar verici ve yok ediciler arasında en tehlikeli ve kötü olanı CFC diye bilinen parfümlerden atmosfere yayılan klorofloro karbon gazıdır. Bu gaz molekülleri havada uzun müddet yaşayabilirler. Bu sırada havanın atomik oksijeni ile reaksiyona girerek, bir çok reaktif madeler, Cl ve ClO gibi, oluşur, bu ürünlerde yeri gelince O3 ile reaksiyona aşağıdaki gibi girebilirler;

CCl2F2 + hv CClF2 + Cl sonra
Cl + O3 ClO + O2 veya ClO + O Cl + O2

Bu saydığımız gazların etkilerinin yanında, meteorolojik durumlardan da etkisinden bahsetmeden geçemeyiz. Bu gün özellikle güney kutupta stratosfer bulutlarında bulunan buz kristalleri normalde gerçekleşmeyecek reaksiyonlara zemin hazırladığına inanılır. Meselâ HCl ile ClONO2 (klorin nitrat) stratosferde var olan ve O3 ile normalde reaksiyon vermeyen gazlardır, ancak bu gazlar buz kristalleri üzerinde aşağıdaki gibi reaksiyona girerler;

HCl + ClONO2 HNO3 + Cl2,
oluşan Cl2 güneş ışığını absorbe ederek bireysel Cl atomlarına ayrışır, ve daha önce de bahsettiğimiz gibi atomik Cl oluşumu O3 tüketiminin başlangıcı demektir. Özellikle ilkbahar ve yaz mevsimlerinde CFC nin ozon tabakasına yaptığı etki Antarktika bölgesinde, ozon deliği halinde çok belirginleşir, o zaman atmosferdeki O3 miktarı normalinden %50 nin altına iner, bu inmede en büyük rolü o yöredeki ClO konsantrasyonunun artması oynar.

Antarktika bölgesindeki bu O3 tüketimi her yıl artmaktadır. Bunun yanında bazı ölçüm ve araştırmalar göstermiştir ki, küçük ama ciddi sayılabilecek O3 tüketimi dünyanın diğer bazı bölgelerinde de mevcuttur.

Günümüzde bu kötü gidişi geriye çevirecek herhangi bir adım atılamamış, ancak birazcık olsun yavaşlatma ve durdurma adına bir takım gelişmiş ülkeler arası CFC kullanımını azaltmaya yönelik anlaşmalar imzalanmıştır.

Seguir leyendo...